O mavilikler…

Hayır hayır, gökyüzü değil.
Ben, havuzun duvarını kaplayan o küçük mozaik mavi karolardan bahsediyorum.
Bir renkten çok daha fazlasılar.
Sanki onları tanıyor gibiyim.
Bana bir şeyi anımsatıyorlar.
Kendiliğimi.

 Love, Death & Robots dizisinin “Zima Blue” adlı bölümünün hikayesidir bu. Zima’nın hikâyesi, temizlik robotu olarak başlayan sonsuzluğa doğru giden ve sonra tekrar kendine dönen bir yolculuk. Ve bu yolculuk, gelişmenin çizgisel değil, dairesel olduğunu, bazen ileri gitmenin geriye dönmek anlamına gelebileceğini hatırlatır bize.

Basitten Sonsuzluğa, Sonsuzluktan Basite

Zima, sıradan bir havuz temizleme robotudur. Tüm hayatının basit bir amacı vardır: havuz duvarındaki mavi karoları temizlemek. Ne fazlası, ne eksiği. Fakat zamanla geliştirilen, entegre edilen, dönüştürülen bu varlık; sanatı keşfeder, bilinç kazanır, kozmik düzeyde düşünen bir sanatçıya dönüşür. Gökyüzüne uzanan dev duvarlara, gezegenleri saran fresklere imzasını atar. Ama içindeki boşluk büyür. Her yeni eser, her yeni başarı, o anlam duygusunu biraz daha silikleştirir. Ve sonunda, izleyicilerinin önünde büyük sırrını açıklar: En derin anlamı, ilk varoluşundaki o basit eylemde bulmuştur. Küçük bir havuzun dibini temizlemek…

Zima, hikayenin sonunda görkemli sınırsız bedeniyle vedalaşır, bilincini sadeleştirir ve ilk formuna  o basit ve mutlu makineye geri döner. Bu bir çöküş değil, bir yükseliştir aslında. Huzurludur artık. Çünkü bazen en büyük ilerleme, en derin özle buluşmak demektir.

Anlamı Yapan, Eylemin Bilincidir

Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’ni hatırlayalım. Sisifos, cezalandırılmış bir figürdür: Her gün bir kayayı dağın zirvesine taşır, kaya aşağı yuvarlanır, her şey baştan başlar. Anlamsız bir döngü. Fakat Camus, Sisifos’u mutlu hayal eder. Çünkü bu döngünün bilincindedir; bu eylemi, başkaldırının kendisine dönüştürür.

Zima da bir Sisifos’tur aslında. Başlangıçta yaptığı o basit hareket —havuz temizliği— onun için yalnızca mekanik bir görevdir. Ama yolculuğun sonunda, aynı eylem artık bilinçlidir, seçilmiştir, farkındalıkla yapılır. İşte anlam buradadır. Eylemin kendisinde değil, o eylemi sahiplenişte, fark ediştedir.

Varoluşçu felsefenin temel ilkesi de budur: Anlam verilmez, inşa edilir. Ve çoğu zaman bu inşa, dış dünyada değil, iç dünyada gerçekleşir. Zima, dünyadaki en büyük sanatçı olur, nirvanaya ulaşır. Ancak anlamsızlık duygusu peşini bırakmaz ve sonunda, ilk haline bilinçli bir farkındalıkla geri döner. O küçük varlıkta, en büyük anlamı bulur.

Kimlik, Bütünlük ve Kabulleniş

Zima’nın evrimi, ilk bakışta bir başarı hikâyesi gibi görünür: gelişim, yükseliş, bilinç, sanat, ün… Modern dünyanın alkışladığı tüm değerler bir bir eklenmiştir yaşamına. Ancak bu parlak yolculuğun arka planında sessiz ama derin bir kriz saklıdır: kimlik krizi.

Psikolojide bu, “kişisel bütünlük arayışı” olarak tanımlanır. İnsan büyür, roller edinir, sorumluluklar üstlenir, toplumun beklentilerine cevap verir, üretir, başarılı olur… ama bir noktada aynaya baktığında kendi bakışını yabancı bulur. “Ben kimim?” sorusu, sarsıcı bir yüzleşmeye dönüşür.

Zima da benzer bir süreçten geçer. Onu “geliştiren” kişiler, onun sade halini yetersiz bulmuşlardır. Daha büyük, daha karmaşık, daha “anlamlı” bir şeyin parçası olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Ancak bu gelişim, onun özünden değil; başkalarının arzularından doğmuştur. Zima’nın içsel benliği, bu süreçte bastırılmış, ötelenmiş, unutulmuştur.

İşte bu nedenle, Zima’nın sade başlangıç noktasına dönüşü bir başarısızlık değil; bir iyileşme sürecidir. Jung’un “bireyleşme” dediği şey tam da budur: bastırılmış parçalarla yüzleşmek, gölgeyi görmek, maskeleri bir kenara bırakıp hakiki benliğe ulaşmak. Bu yol, dışsal başarıdan çok, içsel bütünlüğü hedefler.

Aynı zamanda bu dönüş, Budist felsefenin özünü de taşır. Buda’ya göre insan, arzularla kendine katman katman “benlik” inşa eder. Ancak bu benlik, sürekli tatminsizlik üretir (dukkha). Gerçek huzur, bu benliği çözmekte, arzuları tanıyıp bırakmakta yatar. Zima’nın yükselişi, tam da bu arzularla beslenmiş sahte bir benliktir. Dönüşü ise, bu benliği bırakma cesaretidir. Bir çeşit nirvana’dır bu: arzunun sönmesi, sessizlikte var olabilme hali.

Zima, başladığı yere döner —ama aynı kişi değildir artık. Geri dönüş, gerilemek değil; farkındalıkla sadeleşmektir. Mavi karoları silerken artık sadece temizlik yapmaz; kendini bulur, dünyaya yerleşir, varoluşunu onurlandırır.

Gerçek anlam, karmaşık olanın içinde değil; basit olana bilinçle dokunabilmekte gizlidir.

Transhümanizm Eleştirisi

Zima’nın fiziksel evrimi, zihinsel gelişimi ve sanatsal yaratıcılığı onu transhümanist bir figüre dönüştürür. Artık insan sınırlarını çoktan aşmıştır. Yani transhümanizmin ideal bireyidir o.
Transhümanizm, teknolojinin insan bedenini ve zihnini geliştirebileceğini, “eksik” olanın tamamlanabileceğini savunur. Fakat eksik olan gerçekten beden midir? Zihinsel kapasite midir? Yoksa eksiklik, daha derin, daha soyut bir yerde mi başlar?

Zima’nın yaşadığı kriz, işte bu soruya verilen cevaptır: Ruhsal bütünlük, teknik gelişimle eşleşmeyebilir.
Anlam, sadece “güçlü” olmakla, “daha zeki” olmakla gelmez. Anlam, köklerle bağ kurmakla, geçmişle barışmakla, özü kabullenmekle gelir.

Zima’nın dönüşü, bir tür eleştiridir: Eğer teknoloji bizi insanca olan duygulardan, köklerimizden, basitlikten uzaklaştırıyorsa; eğer bizi karmaşanın içinde kaybolmaya sürüklüyorsa, o zaman bu gelişim eksiktir. Eksik ve yabancılaştırıcı.

Gelişim Baskısı mı, İçsel Yeterlilik mi?

Zima’nın değişimi, başlangıçta onun kendi arzusu değildir. Başkaları, onun basitliğini yetersiz bulmuştur. Neticede o, sıradan bir havuz temizleyicisidir. Ve bu haliyle yeterli görülmez. Dönüşüm şarttır. Tıpkı modern dünyada “başarı”, “gelişim”, “büyüme” gibi kavramların neredeyse zorunluluk haline gelmesi gibi. “Olduğun kişi yetmez” mesajı her yerden zihnimize fısıldanır: Daha çok öğren, daha çok çalış, daha çok üret, daha çok tüket…

Peki ya zaten yeterliysek? Ya sevilmek, değerli olmak için sürekli gelişmek zorunda değilsek? Ya tüm bu zorunluluk, bizi bizden uzaklaştırıyorsa?

Zima’nın havuz temizleyici formuna dönüşü, yalnızca bir sadelik değil; aynı zamanda bir kendini sevme, olduğu haliyle kabul etme eylemidir. Gerçek sevgi, bizi “daha fazlası” olmaya zorlamaz. Bizi olduğumuz haliyle kabul eder. Zima’nın geçmişine dönüşü bir nostalji ya da çocukluğa özlem değil; bir şefkat çağrısıdır — kendine yöneltilmiş, içten bir kabul.

Daha fazlası değil; kendim olmalıyım düşüncesiyle mavi karoları temizlerken bulur gerçek huzuru.

Anlam, Karmaşada Değil, Sadelikte Gizlidir

İnsan, kendini geliştirmek ister; sınırlarını aşmak, gökyüzüne tırmanmak… Ama bu yolculukta, neden sorusu unutulursa, gelişim bir kör uçuruma dönüşebilir. Zima’nın hikâyesi, işte bu unutuluşun ve sonradan gelen fark edişin öyküsüdür.

Gerçek gelişim, yalnızca ileri gitmek değildir. Bazen durmak, geriye bakmak, hatta geri dönmektir.
Kendi başlangıcını onurlandırmak, en sade haliyle huzur bulmak…
Zima’nın mavisi budur: içe dönüşün, kabullenişin, sadeliğin ve sevginin rengi.

O mavilikler…
Ben, havuzun duvarını kaplayan o küçük mozaik mavi karolardan bahsediyorum.
Göğe tırmanan hayallerin ötesinden, şimdi yere;
Gürültüsüz, beklentisiz, sade ve gerçek bir varoluşa.
Ait olduğum yerdeyim artık.
Ve şimdi, o basit, sıradan görevimi yapabilirim.

Visited 8 times, 1 visit(s) today

Leave A Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir