Posts tagged toplum

KIRILGAN CESUR

Bu argüman günümüzde bilinenin tam aksine kırılganlığı zayıflık değil cesaret olarak görülmesi üzerine kurulu. İçinde yaşadığımız dünyanın bazı kodları bizi sarmaşık gibi sararak nefes alamaz hale getirirken tüm samimiyetimizle bu kodları tekrar sorgulayarak, yaşam pratiği haline getirerek rahat bir nefes almaya çalışalım.

Bir şeyi saklamadan, rol yapmadan, açıkça ortaya koymak tam bir cesaret işidir desem sanırım bu konuda hepimiz hemfikir oluruz. Fakat konu duyguların açıkça ortaya koyulması noktasına geldi mi ufak ufak çekinceler ortaya çıkar. Duygularımızı özellikle kırılganlıklarımızı apaçık ortaya koymak istemeyiz ve bunu bir zayıflık olarak görürüz. Kendimize kimsenin bizi rahatsız edemeyeceği çelikten bir duvar örerek konforlu, güvenli bir alan yaratırız. Kişi duygularını bu duvarların ardında bıraktığı sürece başkaları ile bağ kurmakta zorlanır. Çünkü duyguları saklayarak, rol yaparak, kırılganlığı gizleyerek hem kendimize hem diğerlerine yabancılaşırız. Tam tersi kırılganlığı ortaya çıkarabilirsek aidiyet, sevgi ve daha fazla mutluluğu ortaya çıkarabiliriz.

Kırılganlığını göstermek, kendine kurduğun güvenli ve konforlu alandan çıkmak bir hayli zordur.  Kalenin içinde olan kişi incinmekten, anlaşılamamaktan korkar. Kalenin dışına çıkma cesaretini gösteren kişi incinme tehlikesine rağmen kendini saklamadan, maskelemeden karşısındakine kırılganlığını apaçık gösterir. Başkasına apaçık kendini gösterdiğinde sevgi ve aidiyet ortaya çıkar. Dolayısıyla biraz olsun yoğun ve dürüstçe bir sevgi yaşamak kırılgan olmaktan ve bunu göstermekten geçer.

Duyguların minimize edildiği zayıflık olarak görüldüğü ortamlarda büyüdüyseniz duygularınızı hissetmekte ve söylemekte zorluk çekersiniz. Dolayısıyla hissedilen kırılganlık daha kabul edilebilir duygularla maskelenir. Örneğin kırıldığımızda öfkelenebiliriz. Öfke yasak olan duygu için kabul edilebilir bir alternatiftir. İncinmekten korktuğumuz için öfke kırılganlığımızı örten bir örtü olarak yerini alır. İşte bu yüzden kırılganlığımızı belirtmek zayıflık değil aksine çok cesurca yapılan dürüst bir harekettir. Kişi kendini gizlemez. Kendi duygusunu ortaya koyarak cesurca davranış sergiler. Kırılan kişi kendi duygusunu, hikayesini kabul eder ve apaçık bir şekilde var olarak karşısındaki kişi ile bağ kurar. Bunu yapmak kolay olmadığı için kırılganlık zayıflık değildir aksine cesaretin ölçütüdür.

KÜLTÜR ROBOTU

Tüm renkler içerisinde sen hangisisin? Tabloda tek başına ana bir renk olabilir misin? Yoksa karışman mı gerekir diğer renklerle? Bulunduğun yere ait mi olmak istersin yoksa birey olarak var kalmak mı? Ya da başka bir alternatifin var mı?

İnsanlar doğası gereği içlerinde hem ait olma hem birey olma gereksinimlerini barındırır. Batı toplumlarında birey olmanın katsayısı fazla iken yaşadığımız coğrafyada ait olmanın katsayısı daha fazladır. Her iki uç noktanın hayata bakış tarzımıza, olayları değerlendirmemize, insan ilişkilerine getirmiş olduğu bazı handikaplar mevcuttur. Açık olan bir şey var ki o da ait olma ve birey olma arasında bir denge kurulmasının gerekliliğidir. Ait olma ve birey olma dengesinin kurulamaması günümüzde çoğu problemin altında yatan temel sebep olarak bulunur. Bu yazıda içinde bulunduğumuz coğrafyanın toplumsal kodlarında bulunan aitlik duygusunun ortaya çıkardığı problemler (kültür robotu) üzerinde duracağım.

İçinde yaşamış olduğumuz zamana ve mekana ait kültürel tanımlama sistemleri mevcuttur. Belli bir kültürün içine doğan kişi o kültürel kodlarla bezenerek ölene kadar kodların belirlediği çerçevede yaşamına devam eder. İçinde bulunduğumuz zamandan, mekandan ve kültürden kaçmak olanaksızdır. Bu yüzden her insan kültürel kodlarını yanında taşır. Sorun kültürel kodlarımızın tüm benliğimizi ele geçirdiğinde yani aitlik duygumuz daha ağır bastığında ve bunun farkında olmamamız ile başlar.

Doğan Cüceloğlu kitabında tüm hayatını kültürel kodlarla yaşayan kişileri kültür robotu olarak adlandırmıştır. Kültür robotu olan kişiler belli kültürel kodlarla yaşadığının farkında olamazlar. Toplumun belirlediği kalıplar, formüller çerçevesinde kişi hayatında alınması gereken bir kararda otomatik olarak seçim yapar ve eylemde bulunur. Bu toplumlarda yaşamın anlamı kişiye hazır olarak sunulur. Kişi anlamlı bir hayat kurmak üzerine düşünmez. Bundan dolayıdır ki kültür robotu olan kişinin özü yoktur. Kişi kendi özü ile bağlantısını kopardığı, kendi var oluşlarını yaşayamadıkları, kendi ihtiyaçlarını görmezden geldiği için giderek yalnızlaşır.

“Kültür robotu aileler kültür robotu bireyler yönetir ve onlarda yeniden kültür robotu aileler kurar. Toplum ailesiyle okullarıyla komşuluk ve iş ilişkileriyle kültür robotu üreten büyük bir imalathane gibi görür bu bir açık hava hapishanesi gibi olur.”

Ait olmanın ağır bastığı kültür robotu toplumlarında ;

  • Kişinin kendi düşünceleri önemsenmez, teşvik edilmez. Yerilir ve aşağılanır.
  • Kişinin toplumda var olan düşünce ve değerlerin düşünmeden aynısını yaşaması ve o topluma ait olması beklenir.
  • Sorgulamadan var olan sisteme “itaat” edilmesi istenilir.

BU DURUM AİLEDE, EĞİTİMDE, SİYASETTE KISACASI TÜM KURUMLARDA KENDİNİ GÖSTERİR.  “TOPLUM KOCAMAN BİR HAPİSHANEDİR. BU HAPİSHANEDEKİ HER BİR MAHPUS BİR DİĞERİNİN GARDİYANIDIR. KENDİ SEÇİMLERİYLE VAR OLAN KİŞİ DİĞER MAHPUS OLAN GARDİYANLAR TARAFINDAN SÜREKLİ YARGILANIR.”

Kültür robotu kavramının karşısında Şahsiyet olmak vardır. Kültür robotunun farkında olan insan kendi özünü keşfetme yolculuğuna çıkarak şahsiyet olma imkanına ulaşabilir. Şahsiyet olmak kişinin kendi iç hesaplaşması ile başlar. İnsanın toplumsal kodlardan sıyrılarak keşfetmesi gereken öz benliği vardır. Bu dünya içerisine dalan insan yaşam içerisinde kendi deneyimleriyle anlam çerçevesini oluşturur. O artık kültür robotu değildir. Tüm benliği ile şahsiyet olmuş özgür bir insandır. Kişi kendi yaşamının anlamını oluşturarak özgürce seçim yapar ve eylemde bulunur. Şahsiyet olan insan kendi otantik var oluşunu kurarak gerçek özgürlüğe kavuşur.

ÜTOPYALARDA ÖZGÜRLÜK SORUNU

Ütopya ve distopya kitapları “Özgürlük nedir?” “İdeal devlet anlayışı nasıl meydana gelir?” “Eşitlik nedir?” gibi soruları düşünmemizi ve bu kavramları sorgulamamıza neden olur. Bu yazıda biri ütopya (Ütopya) diğeri distopya (Biz) olanromanlar üzerinden özgürlük problemine değineceğim.

Ütopya kitabının yazarı Thomas More, yaşadığı dönemin toplumsal durumunu eleştirmiştir. Toplumdaki eşitsizliğin ve mutsuzluğun kaynağının özel mülkiyet olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden Ütopya’da ideal sınıfsız bir toplum yaratmıştır. Ütopya’da herkes tarımla uğraşmak zorundadır. Herkesin eşit olduğu, adalıların aynı giyindiği, evlerin on yılda bir değiştirildiği, altına gümüşe değer verilmediği bir düzen içinde yaşanmaktadır. Ütopya’ya baktığımızda buyurgan bir yapının olduğunu görürüz. Aynı zamanda bireysellik arka plandadır ve toplum tek tipleştirilmiştir. İdeal düzen anlayışının iki temel ölçütü eşitlik ve özgürlüktür fakat Ütopya’da özgürlükten eşitlik adına vazgeçildiğini görürüz. Bu durum düşünülenin aksine Ütopya’yı totaliteryen bir tasarıya dönüştürmüştür. Thomas More Ütopya’da ideal düzeni kurma adına bireyselliğe ve özgürlüğe bir kısıt getirmiştir. Kaosa yer yoktur ve tekdüzedir. Burada bireyler yoktur, toplum vardır. Ütopya’da insanlar görevleri ile bir anlam kazanırlar. Bu anlamda baktığımızda özgürlüğün, ütopyanın yıkımı olduğunu görüyoruz.

Biz romanında ise bilimin, matematiğin, rasyonelliğin hakim olduğu mekanik evren tasavvuru hakimdir. Bu mekanik evren tasavvuru toplumsal hayata da yansımıştır. Toplumda her şey matematiğe dayanmaktadır. Herkesin aynı vakitte kalktığı, aynı vakitte yemek yediği tek insan modeli vardır. Matematiğin belirlediği tek insan modelinin dışına çıkmak yasaktır. Romanda kişilerin benlikleri, bireysellikleri ortadan kalkmıştır ve biz olma durumu meydana gelmiştir. Bütün insanların makinenin çarkı olmaktan mutlu olduğunu görürüz. Romana göre özgürlük ve suç birbirine bağlıdır. Özgür olmama durumu düzen getirmektedir. Devletin güvenliği açısından insanların bireysellikleri ve özgürlükleri sakıncalı görülmüştür. Totaliter bir devlet düzeni vardır. Bu açıdan bireysellik ve özgürlük ortadan kaldırılarak düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.

Sonuç olarak biri ütopya diğeri distopya olan romanlara baktığımızda özgürlükten vazgeçildiğini görürüz. Ütopya’da Thomas More eşitlik ve ideal bir devlet kurma adına özgürlükten vazgeçerken Biz romanında ise Velinimet’in yönettiği tek devletin iktidarını koruması amacıyla özgürlük göz ardı edilmiştir. Sonuçta yazarların niyetleri farklı olsa da insanların birbirine benzediği, çeşitliliğin olmadığı, seçim yapma özgürlüklerinin elinden alındığı bir dünya tasarımı ortaya çıkmıştır. “İnsanların artık birbirine zarar vermediği bir toplum mu kurmak istiyorsunuz, oraya sadece irade yitimine uğramış olanları sokunuz.” sözünde olduğu gibi Ütopya ve Biz romanlarında özgür insanların olmadığı, tekdüze hayatın olduğu bir yapı görürüz. Bu çerçevede ütopyaların özgürlüğün baskılanması açısından distopyalara benzediğini görmekteyiz