Posts in Düşünce

ZİMA MAVİSİ

O mavilikler…

Hayır hayır, gökyüzü değil.
Ben, havuzun duvarını kaplayan o küçük mozaik mavi karolardan bahsediyorum.
Bir renkten çok daha fazlasılar.
Sanki onları tanıyor gibiyim.
Bana bir şeyi anımsatıyorlar.
Kendiliğimi.

 Love, Death & Robots dizisinin “Zima Blue” adlı bölümünün hikayesidir bu. Zima’nın hikâyesi, temizlik robotu olarak başlayan sonsuzluğa doğru giden ve sonra tekrar kendine dönen bir yolculuk. Ve bu yolculuk, gelişmenin çizgisel değil, dairesel olduğunu, bazen ileri gitmenin geriye dönmek anlamına gelebileceğini hatırlatır bize.

Basitten Sonsuzluğa, Sonsuzluktan Basite

Zima, sıradan bir havuz temizleme robotudur. Tüm hayatının basit bir amacı vardır: havuz duvarındaki mavi karoları temizlemek. Ne fazlası, ne eksiği. Fakat zamanla geliştirilen, entegre edilen, dönüştürülen bu varlık; sanatı keşfeder, bilinç kazanır, kozmik düzeyde düşünen bir sanatçıya dönüşür. Gökyüzüne uzanan dev duvarlara, gezegenleri saran fresklere imzasını atar. Ama içindeki boşluk büyür. Her yeni eser, her yeni başarı, o anlam duygusunu biraz daha silikleştirir. Ve sonunda, izleyicilerinin önünde büyük sırrını açıklar: En derin anlamı, ilk varoluşundaki o basit eylemde bulmuştur. Küçük bir havuzun dibini temizlemek…

Zima, hikayenin sonunda görkemli sınırsız bedeniyle vedalaşır, bilincini sadeleştirir ve ilk formuna  o basit ve mutlu makineye geri döner. Bu bir çöküş değil, bir yükseliştir aslında. Huzurludur artık. Çünkü bazen en büyük ilerleme, en derin özle buluşmak demektir.

Anlamı Yapan, Eylemin Bilincidir

Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’ni hatırlayalım. Sisifos, cezalandırılmış bir figürdür: Her gün bir kayayı dağın zirvesine taşır, kaya aşağı yuvarlanır, her şey baştan başlar. Anlamsız bir döngü. Fakat Camus, Sisifos’u mutlu hayal eder. Çünkü bu döngünün bilincindedir; bu eylemi, başkaldırının kendisine dönüştürür.

Zima da bir Sisifos’tur aslında. Başlangıçta yaptığı o basit hareket —havuz temizliği— onun için yalnızca mekanik bir görevdir. Ama yolculuğun sonunda, aynı eylem artık bilinçlidir, seçilmiştir, farkındalıkla yapılır. İşte anlam buradadır. Eylemin kendisinde değil, o eylemi sahiplenişte, fark ediştedir.

Varoluşçu felsefenin temel ilkesi de budur: Anlam verilmez, inşa edilir. Ve çoğu zaman bu inşa, dış dünyada değil, iç dünyada gerçekleşir. Zima, dünyadaki en büyük sanatçı olur, nirvanaya ulaşır. Ancak anlamsızlık duygusu peşini bırakmaz ve sonunda, ilk haline bilinçli bir farkındalıkla geri döner. O küçük varlıkta, en büyük anlamı bulur.

Kimlik, Bütünlük ve Kabulleniş

Zima’nın evrimi, ilk bakışta bir başarı hikâyesi gibi görünür: gelişim, yükseliş, bilinç, sanat, ün… Modern dünyanın alkışladığı tüm değerler bir bir eklenmiştir yaşamına. Ancak bu parlak yolculuğun arka planında sessiz ama derin bir kriz saklıdır: kimlik krizi.

Psikolojide bu, “kişisel bütünlük arayışı” olarak tanımlanır. İnsan büyür, roller edinir, sorumluluklar üstlenir, toplumun beklentilerine cevap verir, üretir, başarılı olur… ama bir noktada aynaya baktığında kendi bakışını yabancı bulur. “Ben kimim?” sorusu, sarsıcı bir yüzleşmeye dönüşür.

Zima da benzer bir süreçten geçer. Onu “geliştiren” kişiler, onun sade halini yetersiz bulmuşlardır. Daha büyük, daha karmaşık, daha “anlamlı” bir şeyin parçası olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Ancak bu gelişim, onun özünden değil; başkalarının arzularından doğmuştur. Zima’nın içsel benliği, bu süreçte bastırılmış, ötelenmiş, unutulmuştur.

İşte bu nedenle, Zima’nın sade başlangıç noktasına dönüşü bir başarısızlık değil; bir iyileşme sürecidir. Jung’un “bireyleşme” dediği şey tam da budur: bastırılmış parçalarla yüzleşmek, gölgeyi görmek, maskeleri bir kenara bırakıp hakiki benliğe ulaşmak. Bu yol, dışsal başarıdan çok, içsel bütünlüğü hedefler.

Aynı zamanda bu dönüş, Budist felsefenin özünü de taşır. Buda’ya göre insan, arzularla kendine katman katman “benlik” inşa eder. Ancak bu benlik, sürekli tatminsizlik üretir (dukkha). Gerçek huzur, bu benliği çözmekte, arzuları tanıyıp bırakmakta yatar. Zima’nın yükselişi, tam da bu arzularla beslenmiş sahte bir benliktir. Dönüşü ise, bu benliği bırakma cesaretidir. Bir çeşit nirvana’dır bu: arzunun sönmesi, sessizlikte var olabilme hali.

Zima, başladığı yere döner —ama aynı kişi değildir artık. Geri dönüş, gerilemek değil; farkındalıkla sadeleşmektir. Mavi karoları silerken artık sadece temizlik yapmaz; kendini bulur, dünyaya yerleşir, varoluşunu onurlandırır.

Gerçek anlam, karmaşık olanın içinde değil; basit olana bilinçle dokunabilmekte gizlidir.

Transhümanizm Eleştirisi

Zima’nın fiziksel evrimi, zihinsel gelişimi ve sanatsal yaratıcılığı onu transhümanist bir figüre dönüştürür. Artık insan sınırlarını çoktan aşmıştır. Yani transhümanizmin ideal bireyidir o.
Transhümanizm, teknolojinin insan bedenini ve zihnini geliştirebileceğini, “eksik” olanın tamamlanabileceğini savunur. Fakat eksik olan gerçekten beden midir? Zihinsel kapasite midir? Yoksa eksiklik, daha derin, daha soyut bir yerde mi başlar?

Zima’nın yaşadığı kriz, işte bu soruya verilen cevaptır: Ruhsal bütünlük, teknik gelişimle eşleşmeyebilir.
Anlam, sadece “güçlü” olmakla, “daha zeki” olmakla gelmez. Anlam, köklerle bağ kurmakla, geçmişle barışmakla, özü kabullenmekle gelir.

Zima’nın dönüşü, bir tür eleştiridir: Eğer teknoloji bizi insanca olan duygulardan, köklerimizden, basitlikten uzaklaştırıyorsa; eğer bizi karmaşanın içinde kaybolmaya sürüklüyorsa, o zaman bu gelişim eksiktir. Eksik ve yabancılaştırıcı.

Gelişim Baskısı mı, İçsel Yeterlilik mi?

Zima’nın değişimi, başlangıçta onun kendi arzusu değildir. Başkaları, onun basitliğini yetersiz bulmuştur. Neticede o, sıradan bir havuz temizleyicisidir. Ve bu haliyle yeterli görülmez. Dönüşüm şarttır. Tıpkı modern dünyada “başarı”, “gelişim”, “büyüme” gibi kavramların neredeyse zorunluluk haline gelmesi gibi. “Olduğun kişi yetmez” mesajı her yerden zihnimize fısıldanır: Daha çok öğren, daha çok çalış, daha çok üret, daha çok tüket…

Peki ya zaten yeterliysek? Ya sevilmek, değerli olmak için sürekli gelişmek zorunda değilsek? Ya tüm bu zorunluluk, bizi bizden uzaklaştırıyorsa?

Zima’nın havuz temizleyici formuna dönüşü, yalnızca bir sadelik değil; aynı zamanda bir kendini sevme, olduğu haliyle kabul etme eylemidir. Gerçek sevgi, bizi “daha fazlası” olmaya zorlamaz. Bizi olduğumuz haliyle kabul eder. Zima’nın geçmişine dönüşü bir nostalji ya da çocukluğa özlem değil; bir şefkat çağrısıdır — kendine yöneltilmiş, içten bir kabul.

Daha fazlası değil; kendim olmalıyım düşüncesiyle mavi karoları temizlerken bulur gerçek huzuru.

Anlam, Karmaşada Değil, Sadelikte Gizlidir

İnsan, kendini geliştirmek ister; sınırlarını aşmak, gökyüzüne tırmanmak… Ama bu yolculukta, neden sorusu unutulursa, gelişim bir kör uçuruma dönüşebilir. Zima’nın hikâyesi, işte bu unutuluşun ve sonradan gelen fark edişin öyküsüdür.

Gerçek gelişim, yalnızca ileri gitmek değildir. Bazen durmak, geriye bakmak, hatta geri dönmektir.
Kendi başlangıcını onurlandırmak, en sade haliyle huzur bulmak…
Zima’nın mavisi budur: içe dönüşün, kabullenişin, sadeliğin ve sevginin rengi.

O mavilikler…
Ben, havuzun duvarını kaplayan o küçük mozaik mavi karolardan bahsediyorum.
Göğe tırmanan hayallerin ötesinden, şimdi yere;
Gürültüsüz, beklentisiz, sade ve gerçek bir varoluşa.
Ait olduğum yerdeyim artık.
Ve şimdi, o basit, sıradan görevimi yapabilirim.

GÖLGE ARKETİPİ : KARANLIK TARAFIN

Carl Gustav Jung Freud’un öğrencisi. Aynı zamanda analitik psikolojinin de kurucusu. Jung’un ortaya koymuş olduğu gölge arketipi kendimizi daha iyi anlayabilmek için incelemeye değer bir kavram. Çünkü her insanın derinlerde bir yerde ulaşılması zor, nemli, küf kokan, bakımsız, rahatsız seslerle donatılmış bir mağarası bulunmaktadır. Kimileri farkındadır bu mağaranın fakat orayla bağını tamamen koparmak için elinden geleni yapar. Kimileri ise böyle bir mağaranın olmadığını varsayarak hayal dünyasında yaşar. Sonuçta böyle rahatsız edici bir mağaranın varlığını kim kabul etmek ister ki?

Mağara metaforu insanın karanlık tarafını yani gölgesini temsil eder. Gölge,

  • kişiliğimizin karanlık, kayıp, aydınlatılmamış ve bilinçli egomuzun kendisiyle özdeşleştirmediği kısımları demektir.
  • kendimizle bağdaştıramadığımız yönlerimiz, bir başkasında olup bizi deli eden, ben asla böyle olmak istemem dediğin şeylerdir.
  • engellediğimiz her şeyi yapmak isteyen, toplumsal standartlara uymayan, utanç duyduğumuz ve kendimizle ilgili bilmek istemediğimiz her şeydir.

İnsan olmanın neticesi olarak sahip olduğumuz korku, suçluluk, utanç vb. sebeplerden ötürü ya baskılarız ya da görmezden geliriz. Gölge kısımlarımızı ne kadar görmezden gelirsek, reddedersek ve dışlamaya çalışırsak çalışalım, onlardan kurtulamayız. Jung’a göre ise bastırma yani inkar etme görmezden gelme yok saymaktır, bastırdığın her ne ise onu kabul etmemektir. Zihin bastırdığın şeyi görmezden gelerek mağaranın derinliklerine iter fakat o hala oradadır. Bastırıp inkar ettiğin bir şey yok olmaz. Aksine daha çok kuvvet bulur ve ortaya çıkmak ister.

Herkesin bir gölge tarafı vardır ve bu kısım, kişinin bilinçli yaşamında ne kadar az entegre edilirse, bir o kadar karanlık ve yoğun bir hale gelir. Eğer görünürde aşağı/karanlık olarak gördüğümüz parçamız bilinçli ise kişinin onu düzeltmek için her zaman bir şansı vardır fakat bu parçamız baskılanır ve bilincimizden dışlanırsa, hiçbir zaman düzeltilemez.

Carl Jung, Psikoloji ve Din

Yukarıda da ifade edildiği gibi kişinin ruhsal ve bedensel sağlığı, gölgesiyle barışık yaşamayı öğrenmesine bağlıdır. Gerçekte kim olduğumuzu anlamak ve kişiliğimizin iyi ve kötü yönleriyle bütünleşmiş bir hale gelmesi için kendi gölgelerimizi keşfetmeli ve bu gölgelerin hayatımızı olumsuz olarak etkilemesinin önüne geçmeliyiz. Bunun için ilk adım gölgelerimizin farkına varıp onları bastırmamaktır. Peki, gölgelerimizin nasıl farkına varabiliriz?

Gölgelerin anlaşılması için çaba ve pratik gerekir. Kendinizi ne kadar çok gözlemler, tavırlarınıza/düşüncelerinize/davranışlarınıza ne kadar çok dikkat ederseniz, gölgelerinizi fark etme şansınız bir o kadar artar.

  • Neye sinirleniyoruz?
  • Neye heyecanlanıyoruz?
  • Hangi durum bizde aşırı bir tepkiye yol açar?
  • İnsanları nasıl yargılıyoruz?
  • Ne ile suçluyoruz?
  • Hangi durumlar bizi rahatsız ediyor?

Yukarıdaki soruları kendimize sorarak gölge yanımızı anlamaya yaklaşabiliriz. Kendimizi gözlemlemeli diğer insanlara, olaylara, durumlara, verdiğimiz tepkileri incelemeliyiz. Bir örnekle açıklayalım. Gölge yanımızı fark etmemizin en kolay yolu yargılamalarımız ve suçlamalarımızdır. Başkalarını sürekli yargıladığın veya suçladığın şey senin gölge yanında mevcuttur. Mesela yeterince başarılı olmadığını düşünen bir kişi bunu bir başkasını yargılayarak onun başarısız olduğunu söyleyerek kendini o kişide yansıtabilir.

Carl Jung’un der ki:

“Başkaları hakkında bizi rahatsız eden her şey, kendimizi anlamamıza yol açabilir.”

Örneğin başkasının belirli bir karakteristik özelliği sizi aşırı rahatsız ediyorsa ve bu durum sizde aşırı bir reaksiyona neden oluyorsa, kendi gölgenizle yüzleşiyor olabilirsiniz. Çünkü kendi içimizde inkar ettiğimiz bir kişisel özelliğimizi, bir başkasında çok kolay şekilde görürüz ve kendi gölgemizi karşı tarafa yansıtıyor olabiliriz. Diğer insanlara neler yansıttığınızı gözlemleyin. Gölgelerimizi – bastırılmış öfkemizi, suçumuzu, utancımızı, önyargımızı ve kendimizle ilgili sevmediğimiz diğer şeyleri – başkalarına yansıtırız. Herhangi bir kişide/olguda/durumda sizi rahatsız eden bir şey, kuvvetle muhtemel kendinizde inkar ettiğiniz bir niteliği gösteriyordur. Bu parçanızı anlamaya çalışın, onu kabullenin ve kendi benliğinize dahil edin. Neye tepki verdiğinizi gözlemleyin ve bu gölgenin size ne öğretmeye çalıştığını, neye ihtiyacınız olduğunu anlamaya çalışın. Gölge yanının farkına varan kimse derinlerde neyden rahatsız olduğunun bilincine vararak geliştirmek istediği tarafı için bir çaba içine girme şansı doğar.

Gölgeden kaçınılamaz ve onsuz kişi eksiktir. Gölge benliğinin farkına varan kişiler karanlık taraflarıyla uzlaştıkça gelişmiş ilişkiler kurmakta zorlanmaz. Kendi gölgelerini kabul edenler başkalarının gölgelerini kabullenmekte zorlanmaz kendini bir bütün olarak algıladığı için otantik benliğine yaklaşır. Çevresine karşı daha şefkatli ve empatik olur. Daha fazla yaratıcılığın ortaya çıkmasına olanak sağlar.

Bütün duygular insan içindir ve her duygu insana hizmet ederek kendini anlamasına olanak sağlar. Aslına bakılırsa duyguları pozitif veya negatif olarak ayırmak yanlıştır. Duygular insan hayatı için var olan alarm sistemleridir. Tüm duygular bize hayatımızı nasıl yönlendireceğimize dair ipuçları verir. Sürekli olarak iyi hissedilmesi gerektiğini aşılayan öğretiler negatif! olarak adlandırılan duygularımızla yüzleşmemizi, gölge kişiliğimizi bastırmamıza neden olan öğretilerdir. Kaygı, neşe, üzüntü, utanç mutluluk ve daha bir çok duygularla donatılmış bir varlık olan insanı salt pozitif duygulardan oluşan bir canlıya indirgemek, gölge yanını bastırmak, insanı kendini tanımasına engel olur. Pozitif duyguların var olabilmesi için negatif duygulara yani tüm duygulara ihtiyaç vardır. Duyguları pozitif negatif olarak tanımlanın yanlışlığı ile ortaya çıkan bu durumda kişi gölge taraflarını yok sayarak iyi olmaya çalışmasına rağmen gölgesi ile barışamadığı için asla iyi durumda olamayacaktır.

Hayatın sadece pozitif taraflarına odaklanmanın yanlış olan bir tarafı yoktur fakat hayatın ve varlığımızın negatif ya da karanlık olarak adlandırabileceğimiz taraflarını göz ardı etmemek gerekir. Gölge arketipleri içimizdedir onu bastırmak yerine ortaya çıkıp anlaşılmasına izin vererek daha kendimizle barışçıl bir hayat yaşayabiliriz.

Hoşça kalın:)

İYİLİK HALİ OLARAK MUTLULUK

Tartışmasız her insan mutlu olmak ister. Günümüzde mutluluk olarak ifade ettiğimiz şey farklı anlamlara gelmektedir.  Bu yazıda mutluluktan kastedilen şey içsel anlamda zengin, dolu ve anlamlı bir hayat sürmekolacak. Antik yunan filozofları insanın amacının mutluluk olduğunu söylemişlerdir. Onların da mutluluk olarak bahsettiği şey aslında süreklilik arz eden iyilik halidir. Daha yakından iyilik hali olarak mutluluğun ne olduğuna bakalım.

Günümüzde yeni medya ile mutluluk her taraftan göze sokulmaktadır. Bundan dolayı insanlar bazı gerçekleri göz ardı ederek, dünyanın gerçeklerine uygun olamayacak bir şekilde mutluluğa ulaşmayı arzu ederler. Gerçeklerden uzaklaşarak şu mitleri kendine ilke edinilir.

  • Mit: Mutluluk insanların doğal halidir.
  • Mit: Eğer mutlu değilsen sen de bir kusur olmalı.
  • Mit: Daha iyi bir yaşam için olumsuz duygulardan kurtulmalıyız.
  • Mit: Ne düşündüğünü ve ne hissettiğini kontrol edebilmelisin.

Bu mitlere sahip olan biri mutlu olmak için gösterdiği tüm çabalara rağmen mutluluğa asla ulaşamayacaktır. Mutluluğa ulaşmak için düşünce, duygu, değer, eylem kavramlarını bilmemiz gerekmektedir.

Düşünce

Düşünceler soyut şeylerdir. Onların bir gerçekliği yoktur. Onlar sadece birer hikayedir. Zihnimiz bazen çok iyi olduğumuzu, bazen berbat olduğumuz, kimi zaman ürkek kimi zaman cesur olduğumuzu düşünebilir. İyi düşünmede herhangi bir sorun yok fakat zihnimizden kötü düşünceler geçmesini istemeyiz. Fakat şu açık bir gerçektir ki zihnimizden olumsuz bir düşünce geçmemesini kontrol edemeyiz. Onlar biz her ne kadar istemesek de zihnimizde dolaşır ve bizi rahatsız etmeye devam eder. Bunun için şunun farkına varmak gerekir. İki tür benlik vardır. Düşünen benlik ve gözlemleyen benlik. Düşünen benlik zihnindir. Onun görevi düşünmektir.  Yargılar, eleştirir, acımasızdır. Olaylara içerden bakar. Gözlemleyen benlik ise zihnin ne düşündüğünü nasıl düşündüğü bilen farkındalığın üst düzeyde olduğu benliktir. Gözlemleyen benlik yargılamaz, eleştirmez, olaylara dışardan bakarak tarafsız yaklaşır. Farkındalık verir. Örneğin düşünen benlik  “başıma bir felaket gelecek” olarak düşünür. Gözlemleyen benlik ise “zihnimden başıma bir felaket geleceği düşüncesi geçiyor.” Diyerek kötü duygularla cebelleşmeden onları ciddiye almadan gönderir ve böylelikle kişi enerjisini bunlara harcamaz. Düşünen benlik ve gözlemleyen benlik ayrışmasını yapan kişi tüm düşünceleriyle barışır onları kabul eder kendi haline bırakır. Kötü düşünceleri kabul etmek bir yenilgi değildir. Kötü düşüncelerle hoşlanmasanız dahi barışmamız gerekir. Eğer kabul etmezsek olumsuz düşünceleri zihin takıntı haline getirerek sizi rahat bırakmayacaktır. Gözlemleyen Benlik şimdi ve burada olduğunuz halinizle, kendinizi açmak ve hayatınızın halihazırdaki durumuyla cebelleşmeyi bırakarak kendinize öz şefkat duygusu geliştirmeye yardımcı olur.

Düşünen benlik ve gözlemleyen benlik ayrımını gözetirsek Descartes’in meşhur “Düşünüyorum öyleyse varım”sözünü bu duruma uyarlayarak “Nasıl düşündüğümün  farkındayım öyleyse varım” diyebiliriz.

Duygular

Temelde korku, öfke, şok, iğrenme, üzüntü, suçluluk, sevgi, sevinç, merak olmak üzere dokuz duygu vardır. Bu duygulardan ilk altısı olumsuz olarak kabul edilir. Halbuki tüm duygular insan için olup olumlu veya olumsuz olarak ayrılmamalıdır. Bu şekilde ayrıldığı için kişi olumsuz duyguları bastırır olumlu duyguları daha fazla ön plana çıkarır. Olumsuz duygular içine attığımız mağaradan çıkmak isterler. Nasıl ki olumlu duygulara yer açıyorsak kendimizi eleştirmeden, yargılamadan can sıkıcı duygulara da yer açmamız gerekir. Tüm duygular kişinin gelişmesi kendini tanıması için var olan alarm sistemleridir. Bunları doğru biçimde okumak gerekir.

Günümüz pozitif psikoloji olarak adlandırılan öğretiler sürekli, olumlu duyguları ön plana çıkarmaktadır. Bunu yaparken hissettiğimiz olumsuz duyguları yok sayarsak daha fazla kötü hissedebiliriz. Olumsuz duygular bastırılıp itilirse o kadar çok ortaya çıkmak ister. Bu yüzden onları kabul etmeli ve yaşamalıyız.

Değerler Doğrultusunda Harekete Geçmek (Eylem)

Değerler içsel anlamda dolu bir yaşamın nasıl olması gerektiği konusunda bize yol gösteren ilkeler olarak karşımıza çıkar. Hayatımızı değerler doğrultusunda sürdürdüğümüzde kişiye canlılık ve neşe gelir. Değerler hayatı anlamlı yaşamamızı sağlar.

Bu noktada hedef ve değer birbirine karışabilir. Her hedefin altında bir değer yatar. Bu hedefe ulaşmak benim için gerçekten anlamlı olan neyi yapmama imkan verecek? sorusu sorulmalıdır. Örneğin hedef çok para kazanmak olmak olsun. Çok para kazanma hedefinin değeri kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Kimine göre amaç çok para kazanarak insanların saygısını kazanmaktır. Kimine göre ise çok para kazanarak yeni beceriler elde etmektir. Yani çok para kazanma hedefi olan birinin paraya değer verdiğini söylemek yanlıştır. Hedefinin altında yatan değere bakılması gerekmektedir. Kişi değerlerini bilir buna uygun hedef koyarak harekete geçerse anlam dolu bir hayat onu bekler.

Sonuç olarak yukarıda bahsedilen mitler insanın realitesine uygun değildir. Her zaman doğru düşünce ve duygulara sahip olamayız. Bize fayda verecek veya vermeyecek düşünce ve duygulara kapılabiliriz. Bu durum şüphesiz çok normaldir. Bu olumsuz düşünce ve duygulara bastırılıp görmezden gelinir yok gibi davranılırsa kişi büyük bir enerji sarf eder. Ne düşündüğümüzü ne hissettiğimizi her zaman kontrol etmeye çalışmak kişiyi yorar. O olumsuz duygu ve düşünceleri kabul etmek zihni kendi haline bırakarak onlarla savaşmadan ne düşündüğünü ne hissettiğini neden böyle olduğunu gözlemleyerek kendini tanımana fırsat verir. Gözlemleyen benlik sayesinde, yeni medya ile aşılanan günümüz mutluluk mitlerine aldırmadan, ne düşündüğümüzün ne hissettiğimizin farkına vararak kendi değerlerimiz ölçütünde harekete geçip  içsel anlamda zengin, dolu ve mutlu hayatlar sürdürebiliriz.

Hoşça kalın.

SİNDRELLA KOMPLEKSİ

Sindrella (Kül kedisi) hikayesini hepimiz biliriz. Kül kedisi zalim üvey annesi ve kız kardeşleri ile çok kötü bir hayat yaşamaktadır. Sonrasında birdenbire yakışıklı bir prens çıkar ve kül kedisini bu berbat hayatından kurtarır. Cadı tarafından kuleye kapatılan Rapunzel hikayesinde de durum aynıdır. Rapunzel’in altın sarısı çok uzun saçları vardır. Saçları yardımı ile kuleye çıkan prens Rapunzel’i kurtarmayı başarır. Yine başka bir masalda kendisinden daha güzel diye Pamuk prensesi öldürmek isteyen üvey annesi bir avcıyı görevlendirir. Avcı başarılı olamayınca üvey annesi yaşlı bir kadın kılığına girerek Pamuk prensese zehirli bir elma yedirir. Sonrasından zehirlenen prenses tahmin edebileceğiniz üzere, genç ve yakışıklı bir prens tarafından kurtarılır. Son olarak Uyuyan Güzel masalında ise olaylar şöyle gerçekleşir. Kötü bir kehanet sonucu yüzyıl sürecek derin uykuya dalan güzel prenses yine genç ve cesur bir prens tarafından kurtarılır. Bu masalların sonu hep mutlu sonla biter! Peki, prensler hiç gelmeseydi prensesler oradan kurtulamaz mıydı? Bu masallar kulaklarımıza ne fısıldıyor ona bakalım.

Sindrella Kompleksi: Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu Üzerine  adlı kitap kadınların hayatını kötü bir şekilde etkileyen Sindrealla Kompleksinin ne olduğunu bizlere açıklar. Sindrella ya da Külkedisi Kompleksi kadınların kurtarılmaya duyulan bir arzu hissetmesidir. Derinlerde bir yerde kendi hayatınızda sorumluluğunuzu almak istemezsiniz ve masallardaki gibi kurtarılmak için hep yakışıklı bir prensin gelmesini beklersiniz. Kitabın yazarı Collette Dowling bu durumu şu sözlerle ifade eder.

“ERKEKLER, DOĞDUKLARI GÜNDEN İTİBAREN BAĞIMSIZLIK İÇİN EĞİTİLİR. TAM TERSİNE KIZLARA İSE BİR GÜN, BİR ŞEKİLDE KURTARILACAKLARI ÖĞRETİLİR.”

Öte yandan bu durum bilinç dışında gerçekleştiği için kadınlar bunun farkında olmamaktadır. Peki neden kadınlarda kurtarılmaya dair bir arzu var? “Kadının, aklını ve yaratıcılığını tam olarak kullanmaktan alıkoyan ve büyük ölçüde bastırılmış tutum ve korkular sonucu ortaya çıkan “Sindrella Kompleksi, Collette Dowling’a göre daha küçükken masallarla, ninnilerle yetiştirilme tarzı ve alınan eğitimle kadınların sağlıksız ölçüde bağımlı olmaya özendirildiğini söyler. Kadınlar doğduğu andan itibaren babasına ve ağabeyine daha sonra eşine bağımlı hatta korunmaya muhtaç olmak üzere yetiştirilmektedir. Korunmaya ve bakıma ihtiyaçları vardır. Dış dünyadan kadınlara korunmaya ihtiyaç olduğu dayatılır. Çocukluğundan beri kendine bakma, kendini geliştirme ve kendini koruma konusunda desteklenmeyen kadınlar zamanla bağımsızlığa kaygı ile yaklaşmaya başlar.  Geçmişten günümüze kadar devam eden ataerkil sistem kadınlara bağımsızlık korkusu oluşturmalarına sebep olur. Bunun etkisi ile kadınlar kendi hayatlarından sorumlu olma noktasında çekingen olur ve dış dünyadan korkar duruma gelir. Bağımlılık konforu beraberinde getirir. Bu durum kadınların sorunlardan ve sorumluluklardan kaçmasına, masallardaki gibi prens tarafından kurtarılmayı beklemesine sebep olur. Böylelikle kadınların özgüvenini her geçen gün kaybolur.

Kız çocukların bağımlı olma yönünde buna karşın erkek çocukları bağımlılıktan kurtulma yönünde yetiştirilir. Erkek çocuk bağımsız davranışa yöneltilir. Yani erkek çocuklarına bağımsızlığı bahşeden erkek doğası değil eğitimdir. Kadınlar kendini koruma, kendini geliştirme, kendini ortaya koyma konusunda rahat hissetmesi yönünde eğitilmemiştir. Bu sebeple bazı kadınlar kendi yaşamının sorumluluğunu almaktan korkar. Collette Dowling bu durumu kendi hayatından örneklerle açıklar. “Birisine yaslanma fırsatı yakaladığım an ilerlemeyi bırakıyordum.” Sözü bazı acı gerçekleri göz önüne serer.

Sindrella Sendromunun işaretleri olarak şunları görebiliriz: Erken yaşta evlenip çocuk sahibi olmak veya zengin koca bulama hayali, 30 yaşına gelmiş evlenmemiş olan kadınların veya çocuk sahibi olamamış kadınların kendilerini yetersiz hissetmesi, evlendikten sonra kadınların kariyeri bırakması ve bütün hayatlarını çocuk ve eve adaması, kendinizi sadece bir ilişki var olduğunda değerli hissetmek, kurban bilinci yani hayatınızın sorumluğunu kendi eline almamak dışsal faktörleri suçlamak gibi sıralanabilir.

Her ne kadar kitabın 60’lara ve 70’lere atıfta bulunduğu için eskimiş olduğu iddia edilse de gündelik yaşama bakıldığında bu kitabın hala güncelliğini koruduğunu görürüz.  Finansal ve duygusal bağımlılık bugün hala birçok kadının hayatını etkilemektedir. Kadınların aklını ve yaratıcılığı kullanması engellenmektedir. Masallarla başlayan bu bilinçdışı etkileşim medya ile pekiştirilmektedir. Günümüzdeki özellikle yeni medyadaki film veya dizileri düşündüğümüzde Sindrella Kompleksi temaların var olduğunu görürüz. Bunlardan kurtulmanın birinci adımı farkındalık kazanmaktır. Bu yüzden kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Hoşça kalın.

KIRILGAN CESUR

Bu argüman günümüzde bilinenin tam aksine kırılganlığı zayıflık değil cesaret olarak görülmesi üzerine kurulu. İçinde yaşadığımız dünyanın bazı kodları bizi sarmaşık gibi sararak nefes alamaz hale getirirken tüm samimiyetimizle bu kodları tekrar sorgulayarak, yaşam pratiği haline getirerek rahat bir nefes almaya çalışalım.

Bir şeyi saklamadan, rol yapmadan, açıkça ortaya koymak tam bir cesaret işidir desem sanırım bu konuda hepimiz hemfikir oluruz. Fakat konu duyguların açıkça ortaya koyulması noktasına geldi mi ufak ufak çekinceler ortaya çıkar. Duygularımızı özellikle kırılganlıklarımızı apaçık ortaya koymak istemeyiz ve bunu bir zayıflık olarak görürüz. Kendimize kimsenin bizi rahatsız edemeyeceği çelikten bir duvar örerek konforlu, güvenli bir alan yaratırız. Kişi duygularını bu duvarların ardında bıraktığı sürece başkaları ile bağ kurmakta zorlanır. Çünkü duyguları saklayarak, rol yaparak, kırılganlığı gizleyerek hem kendimize hem diğerlerine yabancılaşırız. Tam tersi kırılganlığı ortaya çıkarabilirsek aidiyet, sevgi ve daha fazla mutluluğu ortaya çıkarabiliriz.

Kırılganlığını göstermek, kendine kurduğun güvenli ve konforlu alandan çıkmak bir hayli zordur.  Kalenin içinde olan kişi incinmekten, anlaşılamamaktan korkar. Kalenin dışına çıkma cesaretini gösteren kişi incinme tehlikesine rağmen kendini saklamadan, maskelemeden karşısındakine kırılganlığını apaçık gösterir. Başkasına apaçık kendini gösterdiğinde sevgi ve aidiyet ortaya çıkar. Dolayısıyla biraz olsun yoğun ve dürüstçe bir sevgi yaşamak kırılgan olmaktan ve bunu göstermekten geçer.

Duyguların minimize edildiği zayıflık olarak görüldüğü ortamlarda büyüdüyseniz duygularınızı hissetmekte ve söylemekte zorluk çekersiniz. Dolayısıyla hissedilen kırılganlık daha kabul edilebilir duygularla maskelenir. Örneğin kırıldığımızda öfkelenebiliriz. Öfke yasak olan duygu için kabul edilebilir bir alternatiftir. İncinmekten korktuğumuz için öfke kırılganlığımızı örten bir örtü olarak yerini alır. İşte bu yüzden kırılganlığımızı belirtmek zayıflık değil aksine çok cesurca yapılan dürüst bir harekettir. Kişi kendini gizlemez. Kendi duygusunu ortaya koyarak cesurca davranış sergiler. Kırılan kişi kendi duygusunu, hikayesini kabul eder ve apaçık bir şekilde var olarak karşısındaki kişi ile bağ kurar. Bunu yapmak kolay olmadığı için kırılganlık zayıflık değildir aksine cesaretin ölçütüdür.

KÜLTÜR ROBOTU

Tüm renkler içerisinde sen hangisisin? Tabloda tek başına ana bir renk olabilir misin? Yoksa karışman mı gerekir diğer renklerle? Bulunduğun yere ait mi olmak istersin yoksa birey olarak var kalmak mı? Ya da başka bir alternatifin var mı?

İnsanlar doğası gereği içlerinde hem ait olma hem birey olma gereksinimlerini barındırır. Batı toplumlarında birey olmanın katsayısı fazla iken yaşadığımız coğrafyada ait olmanın katsayısı daha fazladır. Her iki uç noktanın hayata bakış tarzımıza, olayları değerlendirmemize, insan ilişkilerine getirmiş olduğu bazı handikaplar mevcuttur. Açık olan bir şey var ki o da ait olma ve birey olma arasında bir denge kurulmasının gerekliliğidir. Ait olma ve birey olma dengesinin kurulamaması günümüzde çoğu problemin altında yatan temel sebep olarak bulunur. Bu yazıda içinde bulunduğumuz coğrafyanın toplumsal kodlarında bulunan aitlik duygusunun ortaya çıkardığı problemler (kültür robotu) üzerinde duracağım.

İçinde yaşamış olduğumuz zamana ve mekana ait kültürel tanımlama sistemleri mevcuttur. Belli bir kültürün içine doğan kişi o kültürel kodlarla bezenerek ölene kadar kodların belirlediği çerçevede yaşamına devam eder. İçinde bulunduğumuz zamandan, mekandan ve kültürden kaçmak olanaksızdır. Bu yüzden her insan kültürel kodlarını yanında taşır. Sorun kültürel kodlarımızın tüm benliğimizi ele geçirdiğinde yani aitlik duygumuz daha ağır bastığında ve bunun farkında olmamamız ile başlar.

Doğan Cüceloğlu kitabında tüm hayatını kültürel kodlarla yaşayan kişileri kültür robotu olarak adlandırmıştır. Kültür robotu olan kişiler belli kültürel kodlarla yaşadığının farkında olamazlar. Toplumun belirlediği kalıplar, formüller çerçevesinde kişi hayatında alınması gereken bir kararda otomatik olarak seçim yapar ve eylemde bulunur. Bu toplumlarda yaşamın anlamı kişiye hazır olarak sunulur. Kişi anlamlı bir hayat kurmak üzerine düşünmez. Bundan dolayıdır ki kültür robotu olan kişinin özü yoktur. Kişi kendi özü ile bağlantısını kopardığı, kendi var oluşlarını yaşayamadıkları, kendi ihtiyaçlarını görmezden geldiği için giderek yalnızlaşır.

“Kültür robotu aileler kültür robotu bireyler yönetir ve onlarda yeniden kültür robotu aileler kurar. Toplum ailesiyle okullarıyla komşuluk ve iş ilişkileriyle kültür robotu üreten büyük bir imalathane gibi görür bu bir açık hava hapishanesi gibi olur.”

Ait olmanın ağır bastığı kültür robotu toplumlarında ;

  • Kişinin kendi düşünceleri önemsenmez, teşvik edilmez. Yerilir ve aşağılanır.
  • Kişinin toplumda var olan düşünce ve değerlerin düşünmeden aynısını yaşaması ve o topluma ait olması beklenir.
  • Sorgulamadan var olan sisteme “itaat” edilmesi istenilir.

BU DURUM AİLEDE, EĞİTİMDE, SİYASETTE KISACASI TÜM KURUMLARDA KENDİNİ GÖSTERİR.  “TOPLUM KOCAMAN BİR HAPİSHANEDİR. BU HAPİSHANEDEKİ HER BİR MAHPUS BİR DİĞERİNİN GARDİYANIDIR. KENDİ SEÇİMLERİYLE VAR OLAN KİŞİ DİĞER MAHPUS OLAN GARDİYANLAR TARAFINDAN SÜREKLİ YARGILANIR.”

Kültür robotu kavramının karşısında Şahsiyet olmak vardır. Kültür robotunun farkında olan insan kendi özünü keşfetme yolculuğuna çıkarak şahsiyet olma imkanına ulaşabilir. Şahsiyet olmak kişinin kendi iç hesaplaşması ile başlar. İnsanın toplumsal kodlardan sıyrılarak keşfetmesi gereken öz benliği vardır. Bu dünya içerisine dalan insan yaşam içerisinde kendi deneyimleriyle anlam çerçevesini oluşturur. O artık kültür robotu değildir. Tüm benliği ile şahsiyet olmuş özgür bir insandır. Kişi kendi yaşamının anlamını oluşturarak özgürce seçim yapar ve eylemde bulunur. Şahsiyet olan insan kendi otantik var oluşunu kurarak gerçek özgürlüğe kavuşur.

THE FOUNDER FİLMİ: AZİM ÜZERİNE

The Founder filmi dünyanın en büyük fast food zinciri olan McDonald’s’ın kuruluş öyküsünü bizlere anlatır. Filmin başkahramanı olan Ray Kroc bir satışçıdır. 1954 yılında milkshake karıştırıcı satabilmek üzere dönemin ünlü restoranlarını dolaşmaktadır. Bir gün  Bernardino’daki bir restorandan yüksek miktarda sipariş gelir. Ray Kroc bu durumu merak eder ve restorana gider. Restoranın hızından etkilendiğini belirtir. McDonald kardeşler Henry Ford’un seri üretim tekniğini fast-food restoranlarına uyarlayarak belli bir hız ve belli bir standart yakalamıştır. Bu durum   Ray Kroc’u çok etkiler ve bu konsepti uyarlayarak yeni franchise bayilik sistemi ile yeni şubeler açılmasını önerir. Bayiliklerin açılması ile Ray Kroc McDonald kardeşlerin her şeyini ellerinden alır ve McDonald’s dünya çapında bir fast-food zincirine dönüştürür. Filmde şöyle bir cümle geçer

“Dünyada azmin yerini hiçbir şey tutamaz. Yetenek tutamaz. Yetenekli ama başarısız birçok insan vardır. Zeka da tutamaz. Farkına varılmayan zeka yalnızca bir klişeden ibarettir. Eğitim de tutmaz. Dünya, eğitim görmüş aptallarla doludur. Azmin ve kararlılığın gücü ise sınırsızdır.” Calvin Coolidge Bu cümle bizlere başarının anahtarı hakkında fikirler sunar.

Başarının Bileşenleri

Yetenek doğuştan gelen genetik olarak var olandır. Yeteneğin tanınması ve geliştirilmesi gerekir. Bu olmadıkça yetenek tek başına bir anlam ifade etmez. Çaba ne kadar sıkı çalıştığımızdır. Doğuştan gelen yetenek, çalışma olmaksızın, sıkı bir çalışmanın yerini tutmaz ancak sıkı bir çalışma doğal yeteneği geçebilir. Yetenek ve çaba ilişkisini şu şekilde ifade edebiliriz.

Yetenek* Çaba= Beceri

Beceri* Çaba=Başarı

Bu formülü iki öğrenci üzerinden analiz edelim.

A öğrencisi   B Öğrencisi
Yetenek   *Çaba  =Beceri Yetenek *Çaba =Beceri
2 1 2 1 2 2
Beceri *Çaba  =Başarı Beceri *Çaba =Başarı
2 1 2 2 2 4

Görüldüğü gibi çaba başarı üzerinde çok önemli bir faktördür. Peki nedir bu çaba? İçinde neler barındırır? Çaba bir ereğe varmak, herhangi bir engeli aşmak için harcanan zihinsel ya da bedensel güçtür. Çabanın sürekli, kararlı olması gerekir. Bu durumda bizi azim kavramına götürür. Azim: bir işteki engelleri yenme kararlılığıdır. Dünyadaki ünlü başarılı kişilere baktığımızda azmin başarıdaki rolünü açık olarak görürüz.

  • Henry Ford Şirketini kurmadan önce 5 kere iflas etmesi
  • KFC nin kurucusu özel tavuk tarifini kabul edecek bir restoran bulana kadar yüzlerce kez reddedilmesi
  • Edison ampulü bulana dek 2000 defa deney yapması
  • Stephan King’in ilk eseri 30 kez geri çevrilmesi gibi.

Başarıya giden yolu düz bir çizgi olarak hayal etmek bizi büyük bir hayal kırıklığına uğratır. Bu yüzden başarının düz bir çizgide ilerlemediği inişli çıkışlı olduğu gerçeğini kabul ederek yola çıkmamız gerekir. Bu inişli çıkışlı yolda kararlı bir şekilde yürümek bizi başarıya götürecektir.

Bu durumu film içerisinde incelediğimiz zaman MC Donalds kardeşler A öğrencisi gibidir. Yetenekleri vardır fakat yeterli azimleri bulunmamaktadır. Hızlı, verimli ve üretkenliği yüksek bir üretim süreci geliştirmiştir. Bayilik açmayı denemişlerdir fakat belli bir standardı oluşturamadıklarından tedirgin olup bu fikirden vazgeçmişlerdir. Yeterince denememişlerdir. Ray Kroc, ise B öğrencisi gibidir. Gelecek gördüğü işte çabasını göstererek bunu sürekli kılmıştır. Denemekten vazgeçmemiştir ve sonunda başarılı olmuştur.

Filmde Ray Kroc’un başarısı azime bağlanmıştır. Fakat Ray Kroc’un yaptığı eylem gerçekten bir azim midir? Burada dikkat edilmesi gereken bir durum vardır. Aristoteles’in erdem anlayışını  ortaya koyan  Altın Orta kavramına bakmamız gerekir. Ona göre erdem, ortada olandır.  Aşırılıklardan ve eksikliklerden kaçınma, ortada bulunmaktır.  Yani“ne çok fazla” ya da “ne çok az” yerine, “tam da olması gerektiği kadar” düşüncesini savunur. Azim kavramına baktığımızda ise karşımıza aşağıdaki tablo çıkar.

Eksiklik Altın Orta Aşırılık
Kararsızlık Azim Hırs

Azim kimseye zarar vermeden yapılan bir eylem iken hırs başkalarına veya kendine zarar verir. Ray Kroc McDonald kardeşlerin her şeyini ellerinden alması azme değil hırsa bir örnektir.

Özetle bu filmde yüzeysel olarak bakıldığında bize çabanın, azmin başarı üzerinde ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Etik olarak bakıldığında filmde azim olarak bahsedilen fakat aslında hırs olan durumun başkaları için yıkıcı etkileri üzerinde duruluyor. Azim başkasına zarar vermeden başarıya giden yolda tüm kapıları açan bir anahtardır fakat bunun hırsa dönüşmesine izin vermeyin, huzurla kalın…

ŞİDDETSİZ İLETİŞİM

Geçen ay,  kitap alışverişimde Şiddetsiz İletişim adlı bir kitap gördüm ve kitap ile ilgili ön bilgi edinmeden (normalde edinirim) sepetime ekledim. Sanırım son zamanlarda gelişigüzel yaptığım en iyi eylemdi. İyi ki eklemişim hem kendi hayatıma hem de iş hayatımda bana çok faydası oldu ve olmakta. Yaptığım veli görüşmelerinde ebeveynlerin çocuklarına karşı iletişim hatalarını gördükçe bu kitabı tanıtma arzusu daha da baskın oldu ve bu kitapla ilgili bir yazı yazma kararı aldım.

Şiddetsiz iletişim veya şefkatli iletişim insanı gönülden vermeye yönelten bir iletişim türüdür. Bu iletişim ile sözlerimiz otomatik tepkilerden çıkıp bilinçli ifadelere dönüşür. 1960’lı yıllarda Marshall Rosenberg başkalarını yargılamadan, suçlamadan kendimizi nasıl ifade ederiz ve karşımızdakinin duygu ve ihtiyaçlarını nasıl anlayabiliriz? Sorusu ile yola çıkarak hayatımızın her alanında kullanabileceğimiz yeni bir yaşam dili oluşturmuştur. Marshall Rosenberg empati ile herkesin ihtiyacını göz önünde bulundurarak çözüm odaklı bir iletişim türü ortaya koyar. Şimdi bu iletişim türüne daha yakından bakalım.

Şiddetsiz iletişimin 4 ögesi vardır. Gözlem, duygu, ihtiyaç, istek/rica…

Gözlem : Ahlakçı yargılardan uzak durarak durumu gözlemleyebilmek. Ne oldu?

Duygu: Durum ile ilgili kendi duygularını anlayabilmek. Hissettiğim duygu ne?

İhtiyaç: Değerlerimizi ifade ederek ihtiyaçlarımızı söyleyebilmek. Neye ihtiyacım var?

Rica: Olumlu ve net bir dille iletişimde bulunduğun kişiden ricada bulunmak. Karşımdakinden ne rica ediyorum?

Amaç kendimizi bu 4 öge ile ifade etmek ve karşımızdaki kişiyi bu 4 öge ile anlamaya çalışmak. Örneğin;

“A OLDUĞUNDA B HİSSEDİYORUM. ÇÜNKÜ C YE İHTİYACIM VAR. BU NEDENLE SENDEN D’Yİ RİCA EDİYORUM.” 

VE

“A OLDUĞUNDA KARŞIMDAKİ B HİSSEDİYOR. ÇÜNKÜ C YE İHTİYACI VAR. BU NEDENLE BENDEN D’Yİ RİCA ETTİ.”

Şimdi olumsuz bir iletişim kurulduğunda bu mekanizmanın nasıl işlediğine bakalım. Birisi size olumsuz bir mesaj verdiğinde onu nasıl algılayacağımıza dair karşımıza 4 seçenek çıkar. Bunlardan ilki kendimizi suçlamak ikincisi karşımızdakini suçlamaktır. İlk iki seçeneğe çok aşinayızdır ve bunlar ağzımızdan otomatik tepkiler olarak çıkmaktadır. Örneğin “Ders çalışmıyorsun. Çok tembelsin” diyen bir ebeveyne karşı çocuk daha fazla ders çalışmalıyım anne ve babamı yeterince memnun edemiyorum düşüncesine kapılarak kendini suçlar ya da ben yeterince ders çalışıyorum sen görmüyorsun diyerek ailesine suçu atar. Birinci seçenekte duygusal kölelik vardır. Kendimizi başkalarının duygularından sorumlu hissederiz ve bu durum en yakınımızdakileri bir yük olarak görmemize sebep olur. İkinci seçenekte başkalarını suçlama durumu başkaldırı dönemi olarak adlandırılır. Bu aşamada öfkeleniriz ve kimsenin duygularının sorumluluğunu üstlenmek istemeyiz. Bu durumda da empatik ilişki kurmakta zorluk çekeriz.

Şiddetsiz iletişim için üçüncü ve dördüncü seçeneğe bakmamız gerekmektedir. Olumsuz bir mesaj aldığımızda üçüncü seçeneğimiz kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı anlamaktır. Örneğin bu durumda cevabımız söyle olabilir. Bana çalışmıyorsun dediğin zaman inciniyorum çabamı görmene ihtiyacım var. Bazı derslerde zorlanıyorum. Belki bunun için bir şeyler yapmalıyız.  Dördüncü seçenek ise başkalarının duygu ve ihtiyaçlarını anlamaktır. Ebeveyn çabanı dikkate almadığım için mi kırıldın diyerek çocuğuyla empati kurabilir.  Üçüncü ve dördüncü seçenek ile bakıldığında duygusal özgürlük aşamasına geçeriz. Duygusal özgürlük ihtiyaçlarımızı net bir şekilde ortaya koymayı ve başkalarının da ihtiyaçlarını aynı derecede önemsediğimizi ifade eder. Şefkatli iletişim ile kendi duygu ve ihtiyaçlarımızı anlarız ve karşımızdakinin duygu ihtiyaçlarını sezeriz. Böylelikle gönülden gönüle bir bağ kurulur.

Kitapta geçen şu cümle kitabın tüm argümanını ortaya koyar. Başkaları hakkındaki yargılarımız karşılanmamış ihtiyaçlarımızın hayata yabancılaşmış ifadeleridir. Yine bir örnekle bu cümleyi açıklayalım. Örneğin, “dün akşam gelmemekle beni hayal kırıklığına uğrattın” diyen birisi duygularının sorumluluğunu karşısındakine yükler ve suçlayıcı bir ifade kullanır. Karşısındaki kişi büyük ihtimalle savunucu cümleler kullanmakta gecikmeyecektir ve karşısındaki kişinin ihtiyacını anlamayacaktır. Peki, kişinin kendini şu şekilde ifade ettiğinde ne olduğuna bakalım. “Dün akşam gelmeyince hayal kırklığına uğradım. Seninle bir konu hakkında konuşmak istiyordum.” Öncelikli kişi kendi duygusunun sorumluluğunu üstüne aldı ve ihtiyaç duyduğu şeyi belirterek kendini daha iyi ifade etti. Bu durumda karşısındaki kişi ona karşı savunmaya geçmeden empatik bir bağ kurabilecektir. Duygularımızın ardında karşılanmamış ihtiyaçlar vardır. Etrafımızdaki kişilere baktığımız zaman duygularımızın ardındaki ihtiyaçlarımızı görebilmek bize farklı bir bakış açısı verir.  Artık öfkeli birini gördüğümüzde ardındaki karşılanmamış ihtiyaca yoğunlaşabiliriz ve onu daha iyi anlayabiliriz.

Kitap bu dört ögeyi nasıl ustaca kullanabileceğimizle ilgili örneklerle dolu. Hepimiz insanız ve ihtiyaçlarımız evrensel. Her birimizin neye ihtiyacı var ve bunla bağlı olarak isteklerimiz ne? Sanırım birbirimizi daha iyi anlayabilmek için tüm insanların ihtiyaç okuryazarlığını öğrenmesi gerekmekte. Son olarak duyguların ardındaki ihtiyaçlara yoğunlaşarak birbirimizi yargılamadan, suçlamadan daha iyi anlayabileceğimiz ve iletişim kurabileceğimiz günlere diyelim.

Hoşça kalın.

ÜTOPYALARDA ÖZGÜRLÜK SORUNU

Ütopya ve distopya kitapları “Özgürlük nedir?” “İdeal devlet anlayışı nasıl meydana gelir?” “Eşitlik nedir?” gibi soruları düşünmemizi ve bu kavramları sorgulamamıza neden olur. Bu yazıda biri ütopya (Ütopya) diğeri distopya (Biz) olanromanlar üzerinden özgürlük problemine değineceğim.

Ütopya kitabının yazarı Thomas More, yaşadığı dönemin toplumsal durumunu eleştirmiştir. Toplumdaki eşitsizliğin ve mutsuzluğun kaynağının özel mülkiyet olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden Ütopya’da ideal sınıfsız bir toplum yaratmıştır. Ütopya’da herkes tarımla uğraşmak zorundadır. Herkesin eşit olduğu, adalıların aynı giyindiği, evlerin on yılda bir değiştirildiği, altına gümüşe değer verilmediği bir düzen içinde yaşanmaktadır. Ütopya’ya baktığımızda buyurgan bir yapının olduğunu görürüz. Aynı zamanda bireysellik arka plandadır ve toplum tek tipleştirilmiştir. İdeal düzen anlayışının iki temel ölçütü eşitlik ve özgürlüktür fakat Ütopya’da özgürlükten eşitlik adına vazgeçildiğini görürüz. Bu durum düşünülenin aksine Ütopya’yı totaliteryen bir tasarıya dönüştürmüştür. Thomas More Ütopya’da ideal düzeni kurma adına bireyselliğe ve özgürlüğe bir kısıt getirmiştir. Kaosa yer yoktur ve tekdüzedir. Burada bireyler yoktur, toplum vardır. Ütopya’da insanlar görevleri ile bir anlam kazanırlar. Bu anlamda baktığımızda özgürlüğün, ütopyanın yıkımı olduğunu görüyoruz.

Biz romanında ise bilimin, matematiğin, rasyonelliğin hakim olduğu mekanik evren tasavvuru hakimdir. Bu mekanik evren tasavvuru toplumsal hayata da yansımıştır. Toplumda her şey matematiğe dayanmaktadır. Herkesin aynı vakitte kalktığı, aynı vakitte yemek yediği tek insan modeli vardır. Matematiğin belirlediği tek insan modelinin dışına çıkmak yasaktır. Romanda kişilerin benlikleri, bireysellikleri ortadan kalkmıştır ve biz olma durumu meydana gelmiştir. Bütün insanların makinenin çarkı olmaktan mutlu olduğunu görürüz. Romana göre özgürlük ve suç birbirine bağlıdır. Özgür olmama durumu düzen getirmektedir. Devletin güvenliği açısından insanların bireysellikleri ve özgürlükleri sakıncalı görülmüştür. Totaliter bir devlet düzeni vardır. Bu açıdan bireysellik ve özgürlük ortadan kaldırılarak düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.

Sonuç olarak biri ütopya diğeri distopya olan romanlara baktığımızda özgürlükten vazgeçildiğini görürüz. Ütopya’da Thomas More eşitlik ve ideal bir devlet kurma adına özgürlükten vazgeçerken Biz romanında ise Velinimet’in yönettiği tek devletin iktidarını koruması amacıyla özgürlük göz ardı edilmiştir. Sonuçta yazarların niyetleri farklı olsa da insanların birbirine benzediği, çeşitliliğin olmadığı, seçim yapma özgürlüklerinin elinden alındığı bir dünya tasarımı ortaya çıkmıştır. “İnsanların artık birbirine zarar vermediği bir toplum mu kurmak istiyorsunuz, oraya sadece irade yitimine uğramış olanları sokunuz.” sözünde olduğu gibi Ütopya ve Biz romanlarında özgür insanların olmadığı, tekdüze hayatın olduğu bir yapı görürüz. Bu çerçevede ütopyaların özgürlüğün baskılanması açısından distopyalara benzediğini görmekteyiz

GELECEK PROBLEMİ OLARAK ÇEVRE VE ETİK YAKLAŞIMLAR

Günümüzde küresel boyutta birçok çevre sorunları ile karşı karşıyayız. Çevre sorunları bütün canlıları ve yeryüzünü tehdit eder hale gelmiştir. Bu sorunların kaynağını tek başına sanayileşme ve teknolojik gelişmelere yüklemek doğru olmayacaktır. Çevre sorunlarının temel kaynağını anlayabilmek için insanın doğa karşısındaki tutumunu inceleyen çevre etiğine bakmak gerekir.

Çevre etiği “İnsan ve çevre arasındaki ilişki nedir?”sorusunu temele alır. Bu soruya verilen farklı cevaplar neticesinde birçok çevre etiği yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Bunlar insan merkezli etik, canlı merkezli etik, çevre merkezli etik öğretileridir. Bu öğretiler canlı-cansız varlıklara atfettikleri değer ile birbirlerinde ayrılmaktadır.

1.İnsan Merkezli (Antroposentrik) Etik

İnsan merkezli etik yunanca insan anlamına gelen anthropos kelimesinden türemiş olup kökeni eski Yunan’a kadar dayanmaktadır. İnsan merkezli yaklaşıma göre insan dışındaki canlılar ( bitkiler, hayvanlar, cansız varlıklar) kendi içinde bir değere sahip değildir. İnsan dışındaki var olanlar sadece insana hizmet ettikleri sürece var olma hakkına ve bir değere sahiptir. Doğa insanı çevreleyen bir eşya olup  insana bir fayda verdiği ölçüde önemlidir. İnsanın menfaati ön plandadır. Her ne pahasına olursa olsun insan mutluluğunun arttırılması temel amaçtır.

İnsan merkezli etiğin dayandığı ilkeleri incelediğimizde insanın akıllı bir varlık olmasının temele alındığını görmekteyiz.  İnsan diğer var olan her şeyden farklı bir canlıdır. Akıllı bir varlık olan insan hedeflerini belirleyip mücadele etme özelliğine sahiptir. Kendisine koyduğu hedeflere ancak doğadaki sınırsız kaynakların yardımı ile ulaşabilir. İnsanlık tarihi gelişmenin tarihidir ve bu nedenle insan ortaya çıkan her soruna bir çözüm bulacaktır. Bu ilkeler doğrultusunda insan merkezli etik merkezine akıl sahibi olan insanı almıştır.

Frankena göre yabani hayvanlar, bitkiler, hava, su, toprak insanları ilgilendirmedikleri sürece etik bir statüye sahip değildir. Bilinçli olmayan bir varlığa yarar ya da zarar verilemez. Ona göre taşa herhangi bir etkide bulunabilmek mümkün değildir. Bu düşünceyi savunmasına rağmen doğada var olan işleyişine müdahale etmeden korumamız gerektiğini savunmaktadır.

Bu etik anlayış birçok kaynaktan beslenmektedir. Bu kaynaklar; insanın üstün bir varlık olduğuna ilişkin ayetlerin olduğu İncil ve diğer kutsal kitaplar, insanın doğaya karşı bulunduğu konumu değiştiren doğa bilimleri anlayışı, insanı diğer canlılardan daha üstün gören irrasyonel mistik güçler ve hümanizm olarak sıralayabiliriz.

İlkçağda insanı merkeze alan görüşler olsa da bu anlayış çevre üzerinde problemler doğurmamıştır. 17. yüzyılda bilimsel ilerlemelerin sonucu oluşan yeni doğa kavrayışı (özellikle Bacon’ın bilmek egemen olmaktır ve Descartes’in mekanik dünya görüşü) insanın merkeze alındığı ve ölçünün insan olduğu bir anlayış egemen kılmıştır. Bacon, Descartes ve Newton gibi bilim insanları doğayı tüketebilecek bir ürün olarak ortaya koymuş ve doğayı insanın emrine sunmuştur. Modern insanın doğa ile ilgili bu kabulü çevre sorunlarının temelini oluşturmuştur. İnsan merkezli etik yaklaşım hızlı sosyal ve ekonomik gelişim nedeni ile bir takım çevre problemlerine neden olmaktadır. İnsanı merkeze alan bu yaklaşım doğaya zarar vermeye başlamıştır. Bu anlayışla doğaya sorumsuzca tüketen insan çevre sorunları karşısında doğaya karşı bakışını değiştirerek farklı yaklaşımlar ortaya çıkarmıştır.

2.Canlı Merkezli (Biosentrik) Etik

Yunanca yaşam anlamına gelen bios sözcüğünden türemiştir. Canlı merkezli etik anlayışına göre tüm canlılar kendi içinde özsel bir değere, öneme ve haklara sahiptir. İnsan merkezli etik anlayışına tepki olarak doğan canlı merkezli etik ile insan doğa karşısında daha üst bir değer olarak görülmemektedir. Bütün canlıların bir değeri olduğu anlayışı hakimdir. Bu nedenden dolayı da tüm canlılar saygıyı hak etmektedir.

Canlı merkezli etik yaklaşımının temel noktası yaşamdır. Yaşama konusunda atılan her çaba bir irade olarak kabul edilmiştir. Bu yaklaşımın önde savunucularından Albert Schweitze “Ben yaşamak isteyen bir yaşamım, yaşamak isteyen yaşamın merkeziyim” diyerek bu yaklaşımın temel felsefesini ortaya koymuştur. Canlı merkezli görüşün bir diğer savunucusu Paul Taylor’a göre bütün canlıların içsel bir değeri vardır. Bütün canlılar kendi içinde bir iyilik oluşturmaktadır. Aynı görüşü savunan Leopold’a göre ise topluluk bütün canlı varlıkları içine alan bir yaşamdır.

Canlı merkezli görüşler canlılar karşısında herhangi bir hiyerarşi yapılmamasını savunanlar ve canlılar karşısında bir hiyerarşinin olması gerektiğini savunanlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bütün türlerin eşit olduğunu kabul eden eşitlikçi görüş insanın sahip olduğu konumu görmezden gelmek ile eleştirilmektedir. Aynı zamanda insanın ahlaki bir varlık olduğu göz ardı edilmiştir. Canlılar arasında bir hiyerarşinin olması gerektiğini savunanlar tüm yaşayanların değerli olduğunu kabul etmekle birlikte canlılar arasında bir değer basamağı olmasında taraftardırlar. Bütün canlıların kendine has bir değeri var mıdır? İnsan ve diğer canlılar arasında ortaya çıkabilecek çıkar çatışmalarında nasıl bir yol izlenecektir? İnsan ayrıcalıklı konumunu sürdürebilecek midir? Bu gibi sorular ile canlı merkezli etik anlayışı eleştirilmektedir.

3.Bütüncül Çevre Etiği (Holistik Çevre Etiği)

Holistik çevre etiği her şeyi içine alan kapsayan anlamına gelen Yunanca “holon” kelimesinden türetilmiştir. Canlı etik sadece canlıları içine alırken bütüncül çevre etiği bu alanı genişleterek cansız varlıkları da içine almaktadır. Bu yaklaşıma göre dünyadaki varlıkların hak sahibi olması onların var olmasına bağlıdır. İnsan merkezli yaklaşımda insan merkezde iken holistik yaklaşımda insan doğanın bir parçasıdır. Holistik yaklaşıma göre doğa bir bütündür. Bu etik anlayışta kapsayıcılık esastır. Bir ormandaki ağaç canlı ve cansız varlıklarla sürekli bir etkileşim halindedir. Ağaçlar, hayvanlarla, hava, su, güneş, toprak, küçük mikro organizmalar olmak üzere pek çok unsurla bağlantı halindedir. Canlı ekosistemi oluşturan parçalar bir bütün halindedir, birbirinden ayrılamaz. Dünya üzerindeki varlıklar bu bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir. Bütüncül çevre etiğin önde gelen isimlerinden Ston doğal varlıkların hakkını savunan ilk kişidir. İnsan dışında kalan varlıklar adına hukuken taraf olunabileceğini savunmuştur.

Çevre merkezli etikte insanların çevreyi koruma ve onu gelecekteki kuşaklara temiz bir şekilde bırakma amacı vardır. İnsanların gelecek nesillere karşı bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bu anlamda insan çevreyi koruma görevinde olan emanetçi rolünü üstlenmektedir.

Bütüncül etik yaklaşımlar kendi içerisinde birbirine benzeyen benzemeyen çeşitli düşünceleri barındırmaktadır. Leopold’ın yeryüzü etiği, derin ekoloji, toplumsal ekoloji, biyobölgecilik, ekofeminizm gibi çeşitlere ayrılmıştır. Bütüncül etiğin önde gelen temsilcileri Ston, Leopold, James Levelock, Meyer Abich, Arne Naess’tir.

Canlı merkezli etik anlayışı da içine alan bütüncül çevre etiği, insan ve diğer canlı-cansız varlıkların değer ve önem bakımından eşitlenmesinin zorluğu bakımından eleştirilmektedir. “İnsan ve diğer varlıklar arasında ortaya çıkabilecek çıkar çatışmalarında nasıl bir yol izlenecektir?” sorusu karşımıza çıkmaktadır.

Değerlendirme

Gelecek sorunu olarak çevre problemlerinin giderilebilmesi için zihinsel bir dönüşüm yaşanması gerekmektedir. İnsanın çıkarını ve refahını merkeze alan insan merkezli yaklaşım doğayı tahakküm altına alarak doğanın değerini yok saymıştır. Çevre merkezli yaklaşım ise insan merkezli yaklaşıma tepki olarak çıkarak, insanı doğa karşısında bir düşman olarak görmüştür. Bu yüzden bu iki etik yaklaşımda çevre sorunlarını ortadan kaldırmada problemli görülmektedir. Bundan dolayı problemli etik yaklaşımlarına karşı filozoflar yeni etik öğretiler geliştirmelidir. Bu bağlamda uygulamalı etiğin bir alt dalı olan çevre etiği alanında çalışmalar yapılmalıdır.

Çevrede denge hâkimdir. Bu dengeyi bozabilecek yegâne varlık insan ve insanın üretimleridir. İnsanın yaptığı her eylem bumerang usulü gibi insana ve çevreye geri döner. İnsan çevrede olan bir takım sorunlara karşı sorumluluksahibi olmalıdır. Ancak insanların doğayla etkileşimleri ekolojik dengeyi bozabilecek dereceye geliyor ise insan çevreye olan davranışlarını gözden geçirmelidir. Bu yüzden canlılara yardım ediyormuş gibi gözükse de doğanın dengesini bozabilecek davranışlar yine insanın sorumluluğundadır. Bunun için çevreye karşı saygı ve sorumluluk bilinci doğru bir şekilde kazandırılmalıdır.

Sürdürülebilir yaşam ve tüketim için doğal kaynaklara aşırı yüklenmeden ve çevreyi tahrip etmeden gelecek nesillerin yaşanabilir dünya bırakabilmek için ekolojik yurttaşlık kavramını insanlara kazandırmamız gerekmektedir. İnsan hem çevreyi tahrip eden hem düzeltebilir bir konumdadır. İnsanlara yeryüzünün kiracıları olduğumuz bilincini aşılayarak dünyayı tahrip etmeden gelecek nesillere bırakmalarını sağlamalıyız.